HAYMANALI
Çocukluğumun Haymanasından-16
(Evimiz-2)
Evimizin öyküsünü anlatırken içindeki yaşanmışlığı anlatmazsam eksik kalırdı. Anımsadıkça çok kardeşli bir aile olmanın ne denli güzel olduğunu düşünüyorum.
Evimiz anaokulu gibiydi. Örneğin, en büyüğümüz Mehmet (Öztürk) ağabeyim 13 yaşındaysa, en küçüğümüz Mahmut (Öztürk) 3 yaşındaydı. Toplamda 6 kardeştik.
Evimizin sorumluluğunu annem ve babam paylaşsa bile en fazla annem yoruluyormuş. Biz onun hiç yorulmadığını zannederdik. Hiçbir zaman “Yoruldum, yeter artık!” demezdi. Ancak hepimiz yetişkin bireyler olduğumuz zaman fark ettik ne kadar yanıldığımızı.
Oysa koca bir leğende hamur yoğurur, merdivenlerden aşağı indirir, Tandırevi’nde kar-kış demeden bazlamalar, gözlemeler yapardı. En soğuk günlerde avludaki ocağı yakar, çamaşırları yıkardı. Yemek, bulaşık, temizlik…her şey ona bakardı.
Ayrıca Ankara’dan ve köyden gelenleri ağırlamak da… O dönemde annemin en büyük yardımcısı 11 yaşındaki Safiye (Öztürk) ablamdı.
Anılarımı yazarken annemle babamın eğitim konusunda oldukça donanımlı olduklarını gördüm. Keşke onlara çocukluk anılarını daha çok sorsaydım! Anlattıklarından ilkokul öğretmenlerinin çok donanımlı olduğunu anlıyordum. Öğretmenlerinden çok şey öğrenmişlerdi. Şanslıymışlar. O yıllarda Karahoca köyünde ilkokul varmış ve okula gidebilmişler.
Oysa şimdilerde köyde okul yok. Öğrenciler taşımalı sistemle Haymana’ya geliyorlar (Salgın öncesinde).
Cumhuriyetin ilk yıllarında Millet Mekteplerinin ikisi Haymana’nın Karahoca ve Çalış köylerinde açılmış(1929). Dedem ve kardeşleri okuma-yazmayı Millet Mektebi’nde öğrenmişler. Babam Osmanlıca’yı yani Arapça harflerle yazıp Türkçe okumayı ve Arapça rakamla hesap yapmayı da çok iyi bilirdi. Zaten günümüzde kullanılan italik el yazısı da oldukça güzeldi. Askerlikte de daktilo kullanmayı öğrenince askerliğini 4 yıl boyunca yazıcı olarak yapmış. Askerliği bittiğinde, ülkede yeteri kadar okur-yazar olmadığından “Gel seni devlet memuru yapalım” demiş yetkililer. Ama babam, “Ben anamı-babamı bırakamam” diyerek kabul etmemiş öneriyi.
Evdeki anılarımızın çoğu Kış günlerine ait. Çünkü hava erken karardığından babam dükkânı erken kapatır, gelirdi. Paltosunu alt katta askılığa asıp yukarı çıktığında, odaya girer girmez hepimiz üşüyen ellerini ısıtmak için koşar ellerine sarılırdık. Nefesimizle ısıtırdık. Oysa sobanın yanına oturur ellerini ısıtabilirdi. Bizimkisi babamla iletişim kurmakmış, şimdi anlıyorum. Keşke ileriki yaşlarında da sürdürebilseymişiz bu iletişimi!
Meğer ne çok oyun oynatırmış bize babam. Örneğin; elektrikler kesilince annem duvardaki gaz lambasını yakar, babam onun ışığında iki elini birleştirir, baş parmaklarını kaldırarak kulak yapar, diğer dört parmağını ikişer ikişer açıp birleştirerek kurtun ağzına benzetir, sesler çıkartarak kurtu canlandırırdı.
Yine iki elinin baş parmaklarını birleştirir, diğer parmaklarını yelpaze gibi açarak hareket ettirir ve böylece uçan kuşu canlandırırdı. Daha pek çok şey. Gölge Oyununu evde seyretmiş ve uygulamış olurduk.
Mendilleri katlayarak kurbağa, tavşan, fare yapardı. Yine günümüzün kâğıt katlama sanatı Origamı’yi mendilleri katlayarak yapıyormuşuz da haberimiz yokmuş!
Marangozlardan getirdiği ya da onlara kestirttiği üçgen, kare, dikdörtgen…biçimindeki tahta parçalarıyla evler, köprüler, kuleler yapardı ve yaptırırdı. Bu da günümüz çocuklarının logo oyuncaklarının karşılığı.
Büyükçe bir sinimiz vardı. Bazı oyunları bu sininin üzerinde gerçekleştirirdik. Örneğin; babam küçülen yazılamayacak kadar olan kalemleri iki taraflı açar, ortasını keserek ayırdığı tahta makaradan iki tane fırıldak yapardı. Küçük kalemi kesilen makaranın deliğine yerleştirirdi. Sininin üzerinde fırıldak çevirme yarışı yapardık. Topacı da Muşamba’nın üzerine iple, sininin üzerinde ise topacın tepesinden tutarak çevirirdik. Dönen topacın avucumuzda da dönmesi için çaba harcardık. Avucumuzdan tekrar siniye koyarak dönmesini zevkle seyrederdik.
Kibrit kutularıyla çöpleri de bizim oyun araçlarımızdandı. Özellikle bu oyunu Celâlettin (Öztürk) dayım oynatırdı.
Kibrit çöplerinden tava yapar, içine bir kibrit çöpü koyar “Bu balığı nasıl çıkarırsınız?” diye sorar, biz de uğraşır dururduk.
Kibrit kutusunu bir kişi elinde tutar, karşı taraftaki “Ne kişi?” diye sorar, “Bey kişi” dediğinde elindeki kibrit kutusunu dik gelmesi için havaya atar. Eğer dik getiremezse, kibrit kutusu karşı tarafın eline geçer. Oyun “Ne kişi?” diye sürer, karşı taraf ise “Çiftçi”, “Çöpçü”, “Kaymakam”… yanıtlarıyla katılırdı. Oyunu kaybedenden ceza olarak hayvan sesi çıkartması ve hayvan taklidi yapması istenirdi.
Sininin üzerinde yüzük saklama oyununu bazen fincanları kullanarak, bazen de örtüleri kullanarak oynardık. Bazen de yüzüğü ipten geçirerek ellerimizi hareket ettirerek birbirimize iletir ortadaki ebe kimin elinde görürse o kişi yanar, ebe olurdu.
O zamanlar poşet yaygın değildi. Bu nedenle babamın dükkânı için gazete kâğıdından kese kâğıdı ve külâh yapılması gerekirdi. Annem gazeteleri belli bir ölçüde keser ve yapıştırmak için buğday nişastasını suyla karıştırarak hazırlardı. Büyükler yaparken, biz de katlamaya çalışırdık. Bitenleri üst üste koyar, ertesi günü babam dükkâna götürürdü.
Gazeteden katlayarak gemici şapkası ve kayığı da yapardık.
Babam radyodan haberleri dinlemek için “Ajansı açın!”derdi. Dikkatlice dinlerdi.
Yemek yedikten sonra Tercüman gazetesindeki Murat Sertoğlu’nun pehlivan tefrikalarının okumaktan ya da Celâlettin dayımın okumasından büyük zevk alırdı. Sanki canlı yayından izliyormuşçasına heyecanlanırdı.
Çocukluğumuzda bizim için radyodan sabahları “Çocuk Saati”ni, akşamları da “Radyo Tiyatrosu”ndan “Arkası Yarın”ı dinlemek bir tutkuydu.
“Çocuk Saati”nde Köksal Engür, “Radyo Tiyatrosu”ndan “Arkası Yarın”da Kerim Afşar aklımızda yer eden oyunculardı.
Okuma-yazmayı öğrendikten sonraki yıllarda İSİM-BİTKİ-EŞYA-ŞEHİR-ÜLKE-ARTİST Oyunu oynamaktan büyük zevk alıyorduk. Çizelgenin sonunda değerlendirme puanları toplanarak kazanan belli oluyordu.
“Nesi var?” Oyunu da sık oynadığımız oyunlardandı.
Kış akşamları portakal kabuğundan çeşitli şekiller yapardık. Elma ve portakalları helezon şeklinde hiç koparmadan soymak için yarışlar düzenlerdik. Sonra da dilek dilerdik. Bıçakla elimizi yaraladığımızı hatırlamıyorum.
Pazar günleri babam hepimizin el ve ayak tırnaklarını keserdi. Eğer dışarıda kar varsa, babam avluda bizimle kartopu oynar, karın üzerine yatırarak şeklimizi çıkarırdı.
Uyumadan önce ya da kalktığımızda “El el epenek, elden çıkan kepenek” tekerlemesini söyleyerek parmak oyunu oynardık. Ayrıca hepimiz parmaklarımızla biri diğerinin elinin üzerindeki deriden tutarak “Cim cim cim kaynak”diye bir oyun oynardık.
Saklambaç bizim ev için ideal bir oyundu. Çünkü saklanacak o kadar çok yer vardı ki… Ebe gözünü kapatıp saymaya başladığında kimimiz dolaplara, kimimiz kapı arkasına, kimimiz de divanların altına saklanırdık. Eğer dolaba saklanmışsak elimizle kapağını arlık tutar, ebenin nereye gittiğini takip eder, uzaklaşmışsa hemen bulunduğumuz yerden çıkar sobelerdik. Eğer dolaptayken büyüklerden birisi dolabın kapağını iyice kapatıp mandalını çevirmişse saklanan için büyük bir kâbus olur, başlardık ağlamaya. Merdivenlerimiz de kovalamaca oynamak için ideal bir oyun alanıydı. Hele de gelen misafir çocuklarının ilgisini çeker, sürekli merdivenlerden iner-çıkarlardı.
Kış aylarında yataktan kalktığımızda camların buz tuttuğunu görürdük. Şimdiki gibi camlar ısıcam değildi. Pencere camının üzerindeki buzların oluşturduğu şekilleri hayranlıkla izlerdik. Sonra da dışarıyı görmek için tırnaklarımızla buzları kazırdık.
Oturma odamız aynı zamanda biz çocukların yatak odasıydı. Divanların üzerinde ve yere serili yataklarımız olurdu. Hafta sonları odamız spor salonuna dönerdi. Düz takla, ters takla, köprü kurma, köprünün altından geçme, divandan divana atlama gibi hareketlerin dışında sırtüstü yatar, bisiklet sürer, birbirimizi ayağımıza oturtup havada tutardık. Ayrıca birisi sürücü, diğeri el arabası olur, el arabası sürerdik.
Sürekli hareket halindeydik. Sıkılmaya vaktimiz olmuyordu.
Kış aylarında yağan kar, günlerce yerden kalkmazdı. Biz çocuklar için kar, yaşamımızı zorlaştıran değil, eğlendiren bir olaydı. Okula giderken karlara bata-çıka gider-gelirdik. Annem hepimize kışlık hırkalar, yelekler, başlıklar, eldivenler ve çoraplar örerdi. Bunlar bizi soğuktan korur, has koyun yünü olduklarından sımsıcak tutardı. Okul çıkışı eve dönerken Tahsin Amcaların evinin önünden yokuş aşağı çantalarımızın üstünde kayar, bol bol oynar, eldivenlerimiz buz tuttuğunda, ayaklarımız üşüdüğünde, burnumuz aktığında eve gelirdik. Nerdeyse ağlamaklı olurduk. Yine de karda oynamanın dozunu ayarlayamazdık. Eve geldiğimizde lastik çizmelerimizi zar zor çıkarır, ıslanmış çoraplarımızla merdivenin basamaklarını kirleterek yukarı çıkar, sobanın yanına koşardık. Eldivenlerimizi çıkarır, sobanın yanına kuruması için bırakırdık. Ama çoraplarımızı değiştirmek aklımıza bile gelmezdi. Zaten buz tutmuş çorapları çıkarmaya da gücümüz yetmezdi. O sırada annem mutfakta büyük bir ihtimâlle yemek hazırlıyor olabilirdi. Biz ayağımızı sobaya dayar, ayaklarımız ısınsın diye beklerken etrafa yanık yün kokusu gelmeye başlardı. O zaman anlardık çorabımızın yandığını. Kış günleri evimizin dışında da hayat vardı.
Hafta sonları şimdiki Ziraat Bankası’nın olduğu yerden aşağıya doğru giden yol mahallemizin kayak merkezi gibi olurdu. Bazen tek tek, bazen de merdivenin üzerine oturarak tren gibi kayardık. Adile Hanım Teyzenin oğlu Sermet Ağabey nereden bulduğunu-getirdiğini bilmediğimiz kayak takımıyla filmlerde gördüğümüz Uludağ’dan çıkmış gelivermiş artistler gibiydi!
SÜRECEK…
22 Ocak 2021