Çocukluğumun Mahallesi-2
(En Yakın Komşumuz “Hacıanneler”)
Biz, dayımla birlikte annem-babam ve 6 kardeş olmak üzere 9 kişilik bir aileydik. Hiç eksik olmayan misafirlerimizle bu sayı zaman 15-20 kişiyi bulurdu. Bu durum öğünlerin dışında da sofraların kurulmasına neden olurdu.
Komşumuz “Hacıanneler” dışarıda başkalarının evinde yemek yemezlerdi. Gelenler de onların evinde yemek yemezdi. Evleri tarçın ve naftalin kokardı.
Hacıanne’nin en büyük ikramı, reçel sulandırarak yaptığı şerbeti sunmasıydı. Belki Fikret ablaya kalsa farklı şeyler de sunabilirdi. Onlar bir tek bizimle pikniğe gelirlerdi. Piknikte Fikret ablanın hazırladığı farklı tatlar sepete konmuş olurdu. Fikret abla, annem ve biz çocuklar hep birlikte ip atlar, top oynar, yer içerdik. Piknikler dışında her şey tekrar kalıbına girer, içe kapanık yaşam sürerdi. Hacıanne gelen misafirine bol bol dini bilgi verir, fazla oturulmaz, şimdiki gibi zikir yapılmaz, hu çekilmez, pasta-börek yenilmezdi. İnsanlar evden manevi doygunlukla ayrılırlardı.
Hacıanne için öbür dünyada rahat yaşamak önemliydi. Hedef, Cennet’ti. Cennet’in simgesi Yeşil renkti. Hacca gidenler döndüklerinde pencerelerini yeşile boyatırlardı. O yıllarda hacca giden az olduğu için yeşil pervazlı evler dikkat çekerdi. Hacca gidenler ellerini eteklerini dünya işlerinden çekerler yalnızca öbür Dünya’ya (Cennet’e) gitmek için dini görevlerini yerine getirirlerdi.
Annem annesini 11 yaşında kaybettiği için erken yaşta sorumluluk üstlenmiş, 15-16 yaşlarında da amcasının oğlu evlendirilmiş. Bu yüzden Hacıanne’yi bir anne gibi görüp, çok saygı duyardı. Hacıanne’nin her söylediği “ayet”gibiydi! Örneğin; “Aman yavrum, kız çocuklarını ilkokuldan sonra okutma. Günah! Öbür Dünya’da cayır cayır yanarsınız” derdi. O nedenle annem ve babam iki ablamı ortaokula göndermediler.
Aradan 2 yıl geçmişti ki Hacıanne’nin kuralı değişti. Çünkü benimle yaşıt olan Ümit’in ortaokula yazılması gerekiyordu. Gerekçe de hazırdı.”Eli ekmek tutsun, bir meslek sahibi olsun. İleride ne olur ne olmaz!…” Tabii doğal olarak ben de ortaokula yazılmış oldum.
Okuldan eve geldiğimde okulda öğrendiğim her şeyi ablamlara anlatıyor, tartışıyor, eğleniyorduk. Zaten onlar da okumaya çok yatkınlardı. Şehir Kütüphanesi’nden aldığımız romanları su gibi okuyup bitirirdik. Geceleri bizim ortak okuma saatimiz vardı. Bu okumalarımızda annem bazen endişelenir, kitaplardan kötü şeyler öğreneceğiz diye korkar, arasıra odamıza gelir “Yeter artık okumayın! Gözünüz bozulacak.” derdi.
Bu süreçte annem-babam hatalarını anladılar. Ablamlar ortaokul ve liseyi her yıl dışarıdan sınavlara girerek bitirdiler. Birisi; devlet memuru, diğeri ise; Halk Eğitim’de usta öğretici olarak çalıştı.
Herşeyin en iyisini bilen Hacıanne damadı için olumsuz sözler söylerdi. O zamanlar gözümde nasıl birisini canlandıracağımı bilemezdim. Hacıanne’nin kızı Fikret abla Bekir amcadan ayrıldığında mahkeme haftada bir kez çocukları görme hakkı vermişti. Pazar günleri Ümit ve Ahmet babalarını görmeye giderlerdi. Annem, Hacıanneleri bu konuda eleştirmeye çekinirdi. Ama o kötü sözü torunlarına söyletmelerine ve söylemelerine gönlü razı olmaz, içinden ayıplardı.
Ümit ve Ahmet babalarından döndüklerinde değişik kokulu kalem, silgi ve oyuncaklarla gelirlerdi.
Sokakta tüm çocuklar önyargısız koşar oynarken yalnızca Ümit, önyargılı yetiştirildiğinden erkeklerin bulunduğu oyunlarda yer almazdı. Hatta erkekler sesini duymasın diye sessiz konuşurdu. Çünkü kendisi ve sesi erkeklerin bulunduğu ortamda “namahrem”di. Ama kardeşi Ahmet’e her şey serbestti.
Ben iki arada bir derede kalırdım. Çoğu zaman sokakta kız-erkek karışık oynanan oyunlarda olurdum. Ama öte yandan Ümit’le de ikili oyunlar oynamak zorunda kalırdım. İp atlamak, taş oynamak, top oynamak…gibi.
Başka komşumuzun kızı Dilek’le de ikili oyunları severdim. Ama Ümit Dilek’i kıskandığından kendisiyle oynamam için hemen evden o güzel bebeği alır gelirdi. Ben Dilek’le Ümit arasında kalırdım. Dilek küsüp giderdi. (Dilek bana değil Ümit’e küserdi.) Ümit, Hacıannelerin hacdan getirdiği Avrupa menşeyli o kocaman güzel taş bebek oyuncağı getirir, benim kucağıma verirdi. Lüle lüle sarı saçları olan, şapkalı, mavi gözlü, fırfırlı parlak elbisesi ile tüm çocukların aklını başından alan oyuncak!Başka çocuklar da oynamak için kıskançlıkla bakarlardı. Bazen de bebek Ümit’in kucağında birlikte Balcı Otel ile Çancıların evi arasında yürüyüş yapardık. Komşular bize “Kaldırım mühendisleri yine yürüyüşe başladılar” dermiş. Tabii bizim sonradan haberimiz oldu.
Hacıanne çok nur yüzlü, güzel, sevimli bir kadındı. Ama bizi Cehennem ile çok korkuturdu. Ateşte kaynar kazanlar, alevler içinde Zebaniler, üzerine zift dökülmüş insanlar rüyalarımıza girerdi. Bize, hata yaptığımızda “Allah, taş eder” derdi. Ben de yerdeki taşlara bakıp “Acaba bu nasıl insandı?” diye gözümde canlandırmaya çalışırdım.
Hacıanne, gece sabaha doğru gökten nur indiğini söylerdi. Büyük ihtimalle o gördükleri meteor yağmurlarıydı.
Hacıanneler (Fitnat teyze) yaz tatillerinde İstanbul’da yaşayan İsmet ve Hikmet ağabeylerin yanlarına giderlerdi.
Ortaokula başlayacağı yıl İstanbul’da Şûle Yüksel Şenler’in toplantısına katıldılar sanırım. Döndüğünde Ümit 12 yaşında başını onun gibi kapatan ilk çocuk oldu. Okula giderken kapatıyor, okulda açıyor, eve dönerken tekrar kapatıyordu.
Ümit ortaokulu bitirdikten sonra Hacıanneler İstanbul’a taşındılar. Hiç kimseye adres vermeden gittiler. O yıldan sonra hiç iletişim kuramadık. Yıllar sonra babalarını görmeye Haymana’ya gelip gitmişler.