DEĞİŞİM;
HAZİNE BULUNCA NE YAPMALI
İnsan haklarıyla doğmamış. Yaşam içinde onları edinmiş. İnsanlar eşit doğarlar. İhtiyaçları aynıdır. Sonra insan nelere hak sahibi olduğu yaşamdaki yeri, hangi ailede olduğu, bulunduğu coğrafyanın tarihçesi içinde kültürü, ekonomik olanakları o insanın yaşam içinde yerini belirlemeye başlamıştır. Ne kadar da eşit doğsa da insan, eşit ihtiyaçlarla donanmış olsa da doğası, kendi elinde olmayan bir çoketmenle şekillendirilir. Doğum nasıl kendi elinde değilse, belki kabullenmeyeceği bir çok şeyi bulunduğu coğrafya ona dayatır.
İnsan özgür olmalı denir. Çok genel bir pozitif sözdür bu. Kulağa hoş gelir. Bu ancak insanın kendi tercihleriyle varolabildiği şartlarda mümkün olur. Ancak sınırı bir başkasının özgürlüğünün sınırında biter. Öyle de olmak zorundadır. Oysa henüz oraya gelmeden aradaki mesafeyide insanın dışındaki birçok güç işgal edip, insanı esir etme eğilimindedir. Bunun nedeni bir başkasının özgürlüğünün sınırına dayanması değildir. Esir etmek isteyen olgu ne ise insanı kendi çıkarı yönünde kullanmak, kullanamadığı yerde ise etkisizleştiripamaçlarına engel olmaktan çıkarmaktır.
Ulus devletler kurulmadan önce imparatorluklar toplumları zoraki bir arada tutarlardı. Bu gün bu zorakiliğinyerini başka “zor” ve mecburiyetler alıyor. Bir zamanlar insanların ve yaşadıkları yerin sahipleri, kendilerini tanrısal güçlerin varisi, temsilcisi ilan eden kudretli hükümdarlardı. Çok daha eskilere gittikçe bu güç ve kudret kendini “tanrı”olarak ilan eden her şeyin sahibi hükümdarlar olarak gösteriyorlardı. Ve toprağın altı ve üstündeki tüm varlıklar onun malıydı. Bir insanın yaşamı onun iki dudağı arasındaydı. Bir kişinin “hakkı” hükümdarın ona verdiği kadarıylaydı. İnsanlık geliştikçe kişi hakları da gelişti. Aslında hükümdarların da birer insan oldukları, tanrısal bir yetkileri olmadığı görüldü. O nedenle Semavi (Göksel, Tanrının aslında görünmeyip seçtiği elçiler aracılığıyla insanlığa seslendiği inançların ortaya çıktığı dönem) dinler çıkıncaya kadar hükümdarlar önce “Tanrı” ilan ettiler kendilerini, sonra oğlu falan oldular. Tabi insanlık her yönüyle kaçınılmaz olarak gelişirken varoluş duyguları da gelişti. Baktılar “Ben Tanrıyım” diyen hükümdarların kendine hayrı yok her insan gibi doğal ölümle yok olup gidiyor, “Tanrı Hükümdar”larınkıymeti harbiyesi kalmadı. Böyle hükümdarların etkisi altına aldığı insan sayısı bu günün nüfusu dikkate alındığında milyonlara da ulaşmıştır. Sonra oğulları geldi, “oğlu” olmak da kurtarmadı. Doğa aynısını onlara da yaptı.
Ulus devletlerle birlikte Ortaçağ’ın bu “yersen” düzeni yerini farklı hükmetme biçimlerine bıraktı. Fakat günümüze kadar devlet organizasyonları, hükümdarlı ya da hükümdarsız hep üretilenin nasıl ve kimin elinde olmasına karar vermenin organizasyonu oldu. Değişik bir çok işleyiş biçimi alsa da hepsinde yine din adamları ve görüşleri güçlü olanın yanında ya da onu temsilen devletlerin yanında yer aldılar. Genelde de işleyişe kolaylık sağlamak yönünde, sükûnet, sabır ve itaati önerdiler insanlara. Maradona , halka yoksullara yardım edin diye vaaz eden Papa’nın önünde konuştuğu binaların çatılarının altından kaplı olduğunu görüp, Papaya “Altınları sat da bir şeyler” yap dediği zamanlara gelindi. Tabi çok az din adamı muktedirlerin yanında yer almayıp, ezilenlerin, yoksulların ve mağdur olanların yanında yer alsa da istisna olarak kaldılar.
Ulus devletlerle birlikte, aslında ortaya çıkış nedeni yenibir üretim biçimi olan kapitalizm Ortaçağ’ın kudretli hükümdarlarına karşı çıkarken işçileri, köylüleri burjuvalarla yan yana getirdi. Bu sırada bir çok hak, kişi hakkı olarak var oldu. Ancak hükümdarları alt edip, kapitalistler suyun başına geçtiklerinde hakların esamesi yine okunmadı. Ve her bir hak için, şu son 300 yılda insanlık hep bedel ödedi. Kişi hakları, vatandaşlık hakları, inanç özgürlükleri, çalışma dünyasının hakları her seferinde bir mücadeleyi gerektirdi. Çünkü üretim olanakları gelişmiş, pasta büyümüştü. Kapitalistlerin ana fikri, çok çalıştırıp az ücretle hep en yüksek kârı elde etmekti.
İşte asıl tarih bu gerçeğin konusundan ibarettir. İnsan yaşamak için ne üretiyor ve bunu nasıl tüketiyor, paylaşıyor, kim ortaya çıkan “ekmeği” nasıl bölüyor ya da bölmüyor. Kim kimi dövüp ekmeği elinden alıyor. Kim çalıyor, kim ekmeğini bölüşüyor, kim hakediyor alnının teriyle. Kahramanlık hikâyeleri yerine gerçekte olan buydu.
Yaaa! Bak Hazine Bulmak üzerine yazacaktım konu nereye geldi. Ama bir başka yazı konusu olarak başlık değişmesin. Bu yazımın başlığına da siz karar verin. Hattaisteyen bana yazabilir. Çünkü Temel İnsan Hakları konusu öyle tek bir yazıya sığmayacak denli geniş ve önemli bir konudur. Hazine Avcılığı kadar da ilginçtir. Söze bir çay arası verelim. Oruçlular akşam iftardan sonra tekrar çay eşliğinde de okuyabilirler.
Ama şunu biliyoruz ki tedbiri elden bırakmıyoruz. Çünkü virüs yok olmuş değil, biz önlemlerimizle kontrolü sağlamaya çalışıyoruz. Sağlıklı günler için tedbirli ve dikkatli olmakgerekiyor.
Sağlıkla Kalın
Sevgiyle Kalın.